30 Ekim 2012 Salı

5. Gün: Viyana. Bölüm II

Konsere geç kalmayacaktık güya. Kalamazdık da zaten, tüm öğleden sonramız zaten onu beklemekle geçmemiş miydi? 
Konsere giderken


Ehe ehe inanmadınız siz de değil mi? Stephansplatz'ta rüzgar gibi koşup konser salonunu bulmaya uğraştık, zaman yönetimimiz yerlerdeydi anlayacağınız. Sena'nın fotoğraf makinesinin koruyucu lensi de kırılmıştı üstelik.
Figaro Salonu, Palais Palffy
Konser, Habsburg imparatorluk müştemilatı, Palais Palffy sarayında olacaktı. Hatta Mozart da vakt-i zamanında burada, hatta bizzat o salonda (Figaro salonu) kızkardeşiyle konser vermiş. Yeri daha rahat bulabilelim diye bir çifte sordum, böyle selvi boylu, sarışın bir çift. Kadın adamdan, adam kadından güzel. Erkek bir de öyle yardımcı oldu ki görmeniz lazım, yeri adam akıllı gösterebilmek için kız arkadaşını bırakıp bizimle yürüdü bile. Aksanı dikkatimi çekti, "İngiliz misiniz?" diye sordum, Avustralyalı imiş. Ama fazla yorum yapmak istemiyorum, çoluk çocuk okuyor buraları :P
Kızlar Avustralyalı olmayan yakışıksız
amcaya yol sorarken
Şimdi hep konser konser diyorum ama biz başta opera olduğunu düşünerek aldık bileti, ama bir opera için fazla sadeydi bence. İki dansçı vardı, erkek olanın suratında öyle sahte bir sırıtış vardı ve İnek Şaban'a o kadar benziyordu ki adamın adı Şaban kaldı aramızda. Bir ara o sahneye her çıktığında gözlerimden yaşlar gelinceye dek katıla katıla güldüm, sesim duyulmasın diye iki büklüm oldum :(
Viyanalı Şaban ve dans eşi hoş kız
Şaban ve enstrümanlardan birini çalan havalı ergen dışında kadroyu beğendim ama. Çıkışta maestroyla karşılaştık hatta, o da bizimle yürüdü, İngilizce'mizi övdü, saygı içeren iltifatlar etti. Ama nedense bu tarz durumları sahici kabul edip etmemek konusunda tereddüde düşüyorum. Kızlar sigara içerken yanımıza gelip "Hem kapalısınız, hem cıvıl cıvılsınız hem de sigara içiyorsunuz ne kadar da hoş!" diyen teyzeyi hariç tutuyorum. O kadıncağız gerçekten iyi yönde bir hayrete düşmüştü çünkü.
Maestro, kemancı çocuk, kemancı kız, havalı ergen

Şüheda'nın fotoğraflarımızda bol bol yerini alan sarı şemsiyesini orada unuttuktan sonra Freud'un çokça ziyaret ettiği bir cafeye oturduk, Cafe Griensteidl'a. Ben hemen melange'ımı söyledim, tatlı olarak da sachertorte yerine ona benzer Mozart'lı bir şey istedim. Tatlı çok iyi değildi ama kahve güzeldi. 


Freud'un sık gittiği cafe
Melange ve mozart torte

Sonrasında bende takat kalmadığından ve ertesi gün Prag'a gideceğimizden kızlardan önce evin yolunu tuttum gene. Metro peronlarının oradaki geç saatlere kadar açık marektten kahvaltılık bir şeyler aldım hatta. Bizim evin oradaki dönerciden patates alırken adamla sohbet ettim. Eve geldim, bir şeyler atıştırıp uyudum. Ama bizim kızlar o arada kendilerini nasıl bir şeye bulaştırmış...

Figaro Salonu, Palais Palffy
Figaro Salonu, Palais Palffy
Figaro Salonu, Palais Palffy
Öbür yazımda bahsetmiştim, apotheke'e yani eczaneye ihtiyacımız vardı. Pazar olduğu için nöbetçi lazımdı ama bir türlü bulamamıştık. Bizim kızlar da onu arayayım derken bir takım sokaklardan geçmişler ve kızlardan birinin geçmişinde kalan birine rastlamışlar. E mecburen sohbet etmişler. Leyla da "İki dakika yalnız bıraktım hemen de neler karıştırmışsınız yaa" dedi olanı biteni duyduktan sonra. Eheheh, insanın yaramaz anılara da ihtiyacı var ama öyle değil mi?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder