8 Temmuz 2013 Pazartesi

Münih, İkinci Gün: Almanların Almanlığı, Turkcell'in Turkcell'liği ve Ördeklerin Ağır Abiliği Üzerine

Cumartesi sabahına isterdim ki bir gün önceki gibi pırıl pırıl bir güneşle uyanayım. Ama bende kısmet yokmuş :( Normalde güneş seven, iki gıdımlık yağmurda bile "günaaaaş" diye böğürenlerden değilim, hatta açık açık sıcaktan nefret ettiğimi söyleyebilirim. Ama tüm gün de yağmur yağar mı yaaa? TÜM GÜN. Baktım olacak gibi değil şu iki katlı tur otobüslerinden birine binip şehrin şöyle bir kabasını alayım dedim. Yiyecek olarak da tabii ki marketlerden aldığım kadim dostum ton balıklı sandviçler eşlik etti bana. 



Münih, tıpkı Londra gibi zone(bölge)lara ayrılmış bir şehir ve toplu taşıma biletlerinin fiyatları da ona göre artıyor. Dachau, hava limanı ile aynı zone'daydı, ben de bu yüzden tüm zoneları kapsayan (Gesamtnetz) günlük bilet almıştım 11,20 Euro'ya. Tek binimlik fiyatı 10 Euro olduğu için bu kesinlikle çok daha iyi bir tercih, böylece tüm toplu taşımaya inip inip binebiliyorsunuz. Fakat sonraki 3 gün için (Cumartesi-Pazar-Pazartesi) 14,30  Euro'ya yalnızca merkezdeki üç zone'u kapsayan Innenraum bileti aldım. Bu da tüm gezime yetti. Ek olarak sadece Pazartesi hava alanına giderken, innenraum'un kapsamadığı zone'lardan geçmek zorunda olduğumdan, yalnızca o zone'ları (Außenraum) kapsayan tek yönlük bir bilet aldım. Onun fiyatı da 2,60'tı. Aslında bu metodu hava alanından şehre giderken de kullanabilirdim de, ama o zaman da innerraum biletini validate etmek için (öğğ) trenden inmem gerekecekti falan. Bir de tek yön olduğu için bilet Dachau'ya gidemeyecektim.
Ayh amma çene yaptım. Almanların ne kadara adi olduklarından bahsetmiş miydim? Tur otobüsünün şoförü ayağımı uzattım diye beni neredeyse dövecekti, herhalde aynayı falan kapattım ama öyle öküz gibi de davranılmaz insana. 
Deutsches Museum
Otobüsten Deutsches Museum'da indim, aslında müze gezilerini Pazar'a bırakacaktım ama yağmur bana pek seçenek bırakmamıştı. Ayh, müzede bilet kesen kadın da bankonun perdesini suratıma kapattı yaa ahah onu da eklemeden geçmeyeyim. Bilet alacak mısınız diye sordu, evet bi saniye parayı çıkartıyorum dedim, kafamı cüzdana çevirdim bir çat! sesi. Bi baktım perde inmiş. Artık ön yargı, peşin hüküm neyse Allport amcam kusura bakmasın, bu Almanlar gerçekten adi.
Deutsches Museum'un yanından Isar
Müze Isar deresinin(?) hemen yanında. Haritadan bakınca sanki adadaymış gibi duruyor da, o su birikintisi bit kadar ya var ya yok. Ama gene Isar'ın en güzel manzarası bence müzenin kıyısında. Müze'yi gezmesi genel olarak eğlenceliydi ama artık şehir gezilerinde, özellikle çok fazla günüm yoksa müze gezinmekten hoşlanmıyorum. O yüzden burası bana yetti de arttı bile. Bir sürü fotoğraf da çekmişim ama tumblr'a bile çoğunu koymadım, sonuçta müzenin size sunduğu şehir anlayışı, orayı yönetenlerin sizin şehri nasıl görmeniz gerektiğiyle ilgili yönlendirmelerinden oluşuyor. Onun yerine kendi çıplak (veya gözlüklü) gözlerimle ruhunu teneffüs etmeyi tercih ediyorum.
Deutsches Museum'un terasından
Müzenin bir de terası vardı ve şehri insanın ayaklarının altına sermese de hoş bir yükseklikten ağıza bir parmak bal çalıyordu. Hava daha güzel olsaydı çoğoş karelerim olabilirdi ama kısmet artık. Müze ve civarında çektiğim resimleri ayrıca görmek için şuraya tıklayabilirsiniz.
Schloss Nymphenburg
Deutsches Museum'u ardımda bıraktıktan sonra Schloß Nymphenburg'a gittim. Barok (:P) tarzda inşa edilen bu müştemilat Bavyeralı kralların yaz sarayları imiş. Ama tabii ki ben oraya gittiğimde saat geç olduğu için kapalıydı, gerçi kapalı olmasa da ben içine girmezdim çünkü Sisi'nin güya dillere destan sarayından sonra soylu konaklarına beleş olmadıkları sürece adım atmamaya ahdettim. Mimar olsam, sanat tarihi okusam neyse ama şu an için tek yaptığım "hmm güzelmiş, hmm bu x tarzı mı acaba" diye tahmin yürütmek olduğundan paramı katedrallere/ibadet yerlerine harcamayı tercih ediyorum. Ha tabi şimdi yalan olmasın, vaktim olsa ve bedava bulsam tabii gider gezerim de aman ya böyle yazınca da çok kültürsüz odun gibi duruyorum ama aslında bakın durum şöyle.

Perilerin sarayı diye kereste usülü çevirebileceğimiz bir ada sahip bu sarayın çevresinde kendi tüylerini yolup yolup duran pek çok ördek ve kuğu efendiler vardı, mahallenin kabadayıları sıfatını da layıkıyla hak ediyorlardı. Hani yarın öbür gün kavgaya adam götürmem gerekse bunları toplarım he. Kendilerini yakından tanımak isterseniz biraya tıklayabilirsiniz.

Sarayın bahçesinden çıkarken iki şeyi fark ettim: 1) Hava kararmıştı 2) Telefonumdaki tüm paralar yok olmuştu. Oraya gitmeden önce uygun internet pakedi sunan gsm şebekelerini araştırmış ve birinde karar kılmıştım ama kaldığım evdeki kızlardan biri Turkcell Europe'u almamı önerdi. Ben de baktım hem iyi bir internet sözleşmesi var, hem de Türkiye daha ucuza aranıyor aliyim bari dedim, aldım ve internet paketine üye oldum. Ya da öyle sandım. Aslında sanmam çok doğal, çünkü bana "paket üyeliğiniz onaylanmıştır" mesajı geldi. Ama Turkcell bu yaa, sanki adının sonuna Europe gelince farklı mı olacak? Meğer üye olamamışım, çünkü sim'i ilk aldığında içinde olan bakiyeyle pakete yazılamıyormuşsun, bir daha yükleme yapman gerekiyormuş. Hem bunu şartlarda yazmıyorlar (ben 6 fontluk yazıları bile okuyorum) , hem üye kaydınız oldu diye mesaj atıyorlar, ben de farkına varmadan paketten yiyorum diye tüm bakiyemi yeyip hazmetmişim kaldım öylece malak gibi. Saraydan çıkıp eve gidince kızların telefonundan arayıp müşteri hizmetlerine çemkirdim, iadenizi Pazartesi yapacağız dedi kadın . Ben Pazartesi dönüyorum peheeey. 

Bir de yaşadığım başka bir aksilik o akşam fotoğraf makinamı "yaa şarjı dolu yeee" diye şarja takmamam oldu. Tamam yaa, bu aksilik değil tamamen benim salaklığımdı. Ama ceremesini ertesi gün çekecektim.



Bu günün resimlerine toplu halde bakmak için buraya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder